Filistin’in çağrısı ve Edward Said’in icabeti

Prof. Dr. Yasin Aktay 2024-02-01

Filistin’in çağrısı ve Edward Said’in icabeti

Edward Said’in entelektüel seyri, Filistin üzerine düşünmenin, Filistin dolayısıyla düşünmenin bugünün dünyasında ne tür uzanımlara sahip olduğunun çok çarpıcı bir örneğidir.

Said’i sosyal bilim çevreleri söylem aracılığıyla yaratılan ve iktidar-sömürü ilişkilerini mümkün ve haklı kılan gerçekliklere dair yaklaşımıyla tanıdı ve öyle kabul etti. Oryantalizm isimli kitabı batı-merkezli bir dünyanın inşa edilmesinde söylemin nasıl bir rol oynadığına dair çok güçlü bir çalışma. Ancak bu çığır açıcı çalışmayı asıl motive eden etkenin Filistin konusu olduğunu kitabı okuyanların çoğu gözardı eder. Oysa Said Amerika’da daha başta bile İngiliz Dili ve Edebiyatı alanında oldukça parlak seyreden kariyerinin erken aşamalarında 1967 yılında yaşanan Arap-İsrail savaşına Amerikalı dost bildiği çevrelerin bile verdiği tepkilerle hayatının dönüm noktasına gelmiş, adeta o saatten sonra Filistinli olmuştur.

Onun yaşadığı bu “aydınlanma” aslında Amerika’dayken Seyyid Kutub’un Hasan el-Benna’nın şehit edilmesi haberlerinin büyü bir coşkuyla-sevinçle karşılanması karşısında yaşadığı aydınlanmaya çok benziyor. Hasan el-Benna’nın ABD’de bu kadar büyük bir nefretle karşılanmasının ne önemli sebebi de yine Filistin davasına olan büyük desteği ve İsrail’e karşı harekete geçirdiği gönüllü savaşçılardı.



Hatırlamışken bu vesileyle Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un da Viyana’da bulunduğu esnada yaşadığı benzer bir aydınlanmayı anmadan geçmemek gerekiyor. Mithat Cemal Kuntay’ın Mehmet Âkif üzerine eserinde geçen anekdot, Kudüs’ün kaybedildiği haberinin savaşta müttefikimiz olan Avusturya’da nasıl karşılandığını Akif’ten naklen şöyle geçiyor: “Umumî Harp’te Viyana’da idim bir gece Viyana kiliselerinin çanları çalmaya başladı otelin penceresinden baktım caddede her elde bir mum, herkes haykırıyordu. Kendi kendime: ‘Müttefikimiz Viyanalılar galiba cephede bir muzafferiyet kazandılar.’ dedim. Sokağa fırladım. Bir dükkâncıya:

- Bir zafer haberi mi var! dedim. Adam:

- Zafer de söz mü? dedi. İngilizler Müslümanlardan Kudüs’ü aldılar. İngiliz ordusu Allenby’nin kumandasında Kudüs’e girdi. Mukaddes şehir Hilâl’den kurtuldu, Haç’a kavuştu.”



1. Dünya Savaşı’nın en büyük iki sonucundan biri Osmanlı’nın ve dolayısıyla İslam siyasi varlığının sona erdirilmiş olması ikincisi de Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulmasına karar verilmesi. Akif’in savaşta “müttefikimiz” olan Viyana’da şahit olduğu olay, Batı için Kudüs ve Filistin’in iki dünya arasında nasıl bir ayırım noktası olduğunu da çok iyi gösteriyor.

Burada sıkça vurguladığımız bir nokta, Filistin’in, Kudüs’ün, Mescid-i Aksa’nın ahvalinin her zaman İslam dünyasının, dolayısıyla bütün dünyanın ahvalinin bir yansıması olduğudur. Kudüs elden gitmişse Müslüman birliği ve siyasi varlığı da çözülmüştür, zaten Müslüman siyasi birliği çözüldüğü için Kudüs elden gitmiştir. Ama bu birliği tekrar tesis etmek üzere yine Kudüs’ten, Filistin’den bir çağrı gelmesi gerekiyordur. Bu çağrı birilerine Kudüs’ün, Filistin’in işgalcilerinden de gelebiliyor. Mehmet Akif’in duyduğu çanlar, Seyyid Kutub’un şahit olduğu sevinç gösterileri ve Edward Said’in akademisyen arkadaşlarından gördüğü ötekileştirici dil ironik biçimde hepsini farklı zamanlarda da olsa Filistin’de toplanmaya çağırmış oluyordu.

Oryantalizm Batı-merkezli bir dünyanın kurulmasının önemli bir söylemsel sürecini konu ediniyor ve Edward Said bu söylem aracılığıyla doğunun nasıl doğululaştırıldığını çok iyi resmediyor. Burada her türlü etik ihlalinin haklılaştırılacağı, içinde yaşayan insanların İsrail savunma bakanının bakışına da yansıyan “insansı varlıklar” derekesine indirildiği bir süreçtir sözkonusu olan. Doğulu bir öteki bile değildir, acıları, hüzünleri, dertleri çok da dikkate değmez, ciddiye alınması da gerekmez.



Bu bakış açısı sosyalizm üzerinden insanlığa söyleyecek bir şeyi olacağını umduğumuz Marx’ın bakışına bile yansımıştır. O yüzden Marx Hindistan’da İngiltere’nin sömürgeci vahşetinden ziyade “modernleştirici”, “ilerletici” misyonunu görerek kutlayabilmiştir. Aynı şekilde F. Engels Cezayir’deki sömürgeci ve işgalci uygulamalar karşısında Emir Abdülkadir’in direnişini kaçınılmaz tarihsel ilerlemeye karşı faydasız çırpınışlar olarak nitelemiştir.

Edward Said’in oryantalizmde yaratılan doğululara karşı tespit ettiği bu dil aslında Siyonistlerin Yahudi olmayanlara karşı tavırlarından farksızdır: Yahudi olmayanlar “öteki” bile değildir. Öteki, yani kendisine karşı etik sorumluluğa sahip olduklarımız. Onlara yalan söylenebilir, öldürülebilir, malları çalınabilir, faiz alınabilir…

Said’in Oryantalizm hakkındaki tasvirleri aslında birebir Siyonistlerin Yahudi olmayanlar hakkındaki teo-politik söylemleriyle paraleldir ve ona zaten bu kitabı yazdıran asıl büyük saik Filistin davasından başkası değildir.



Belki bir fark görülebilir burada. Oryantalizm özellikle modern dönemde yaratılan batı-merkezli bir dünyanın edebiyatı ve söylemidir. Ancak Batı’nın Filistin’e olan ilgisi, Siyonizmin Kudüs takıntısı hiç de Batı-merkezli bir dünya algısıyla uyuşmuyor. İsrail bir bakıma bu batı-merkezli tarih ve dünya algısına çok büyük ve ciddi bir parantez oluşturuyor olmalı. Çünkü Filistin tam da Oryantalizmin ilgi alanının tam kalbinde yer alıyor. Bu durumda Batı-merkezli bir dünyanın tarihten bugüne bütün Haçlı-siyonist seferlerinin hedefi Kudüs olmuştur. Evangelik kehanetleri de bu dünya algısının önemli bir parçası saymamız gerektiğinde aslında Batılı dünyanın asıl merkezi Kudüs’tür.

Bu ilgi ve bu boyut Said’in söylediklerini belki yeniden gözden geçirmemizi gerektirebilir. Batılı dünyanın şuur altında “köken” olarak bu doğululuk vardır. Eninde sonunda dönüp dolaşıp “ana toprağı” dediği yere siyonistçe ve saldırganca bir dönüş arzusunun bütün motivasyonu bu psikolojik komplekstir. Filistin’le ilgili oryantalist zihin bu yüzden Filistin üzerinde yaşayan bir insan tespit etmiyor. Burada yaşayanlar “insan” değil “insansı varlıklar”, “öteki” değil kitaptan nasibi olmayan “ümmi” veya “gentile” varlıklardır. O yüzden Filistin, İsrail kurulmadan önce “insansız bir toprak parçası” olarak nitelenebilmiştir. İsrail’in kuruluşu bu toprak parçasına insanları yerleştirmekten ibarettir.

Filistin böylece tarihsel olarak sadece Müslümanlar için değil, Haçlılar ve Siyonistler için de merkezi bir öneme sahip olmuştur. Çağdaş sosyal bilimler için gerçekten çığır açıcı bir etki oluşturmuş olan Said’in Oryantalizm isimli kitabına da diğer bütün eserlerine de ilham vermiştir. Aslında Filistin davet etmiş, Said icabet etmiştir.

Tabi Filistin’le kimin nasıl ilgilendiği, Filistin üzerinde kimin başkalarıyla, ötekilerle nasıl bir dünya kurmak istediği de ayrı bir konudur. Müslümanların idaresinde burada nasıl bir dünya kurulmuş, Haçlı ve Siyonistlerin hükmü altında neler yaşanıyor, hep birlikte görüyoruz.

Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0